Sonsuzluğun bilinmeyen bir anında bir büyük patlama oluştu. Devâsâ boyutlardaki gazlar, kütleler sonsuz boşluğa yayıldılar ve patlamanın merkezinden hızla uzaklaşmaya başladılar. Sonsuzluk içindeki hareketlerinde dönüşümlere uğradılar. Büyük patlamadan uzun süre sonra adeta sonsuz uzayda bir toz bulutunu andıran bu sonsuz büyüklük içinde milyarlarca galaksi, güneş ve gezegen meydana geldi. Samanyolu olarak adlandırılan toz kümesi de bu milyarlarca galaksiden sâdece biriydi. Patlama merkezinden uzaklaşma sırasındaki soğuma sürecinde güneş sistemimiz ve dünyamız oluştular. Dünyamızın güneş etrafında dönmesinden kaynaklanan gece ve gündüz kavramları ile zaman değeri oluştu. Sonsuzluk içinde oluşan hareketler ve değişimler sonsuz büyük uzaydaki sonsuz sayıdaki toz zerresinden birinde onun değer ölçüleri ile değerlendirilmeye başlandı. Güneşin ısısı, yerdeki su bir araya geldi ve sularda ilk amino asit zincirleri oluştu. Evrimin son yüz yıllık tarihi içinde yapılan kazılar ve değerlendirmeler sonucu günümüzden 400 milyon yıl öncesinde sularda yaşamın başladığı, 300 milyon yıl öncesinde karada bitkilerin oluştuğu, 150 milyon yıl öncesinde deniz ve karalarda sürüngenlerin yaşadığı, 35 milyon yıl öncesinde de insansılaşmaya hazırlanan maymun türlerinin oluştuğu, 500.000 yıl önce de ilk Neandertal insanının ayakları üzerinde yaşamını sürdürmekte olduğu saptanmıştır.
Doğanın ürünü olan bu canlılar ve aralarındaki en gelişmiş türü olan insan başlangıçta yaratıldığı değerler, yâni vahşi doğa içinde çok güçsüzdü. Bugün İlk İnsan olarak adlandırdığımız bu insan lav kayaları üzerine çıkıp çevresine baktığında kendisinden aşağıda ve güçsüz olan diğer canlı ve cansız varlıklara hükmetmekte, onları öldürmekte ve kullanmakta, ancak kendisinden çok daha güçlü olan yukarıda gördüğü doğa karşısında korku duymaktaydı. Uçsuz bucaksız doğanın karşısında çok yalnızdı. Yaşamak için bulduğu güçsüz hayvanları parçalayıp yemekte ancak fırtınalar, seller, gök gürlemeleri ve yanardağlar karşısında silinip gitmekteydi. Uzun bir dönem bu korkular ve sevinçlerle yaşandı. Daha sonra bu güçlere bir anlam ve irade atanmaya başlandı.
Yukarıda bir “Gök” vardı. İlk insan bunu fark ettiğinde evrim sürecinin çok uzun bir döneminde gökten korkacak, binlerce yıl boyunca yücelik, tanrılık ve güçlülük ölçüsü ile maviyi özdeşleştirecekti. Doğa güçleri bir şeyi yakmak istediğinde yakabilmekte, sevmek istediğinde ısıtmakta ve can verebilmekteydiler. Onlar da insan gibi zekâ ve iradeye sahiptiler. Tanrı irade ve zekâsı ve buna yakarış duygusu böylece doğdu. Yaşamın ilk aşamasında avcılık ve tarımla geçinen insanlar için en güçlü tanrı “Doğa Tanrısı” yâni “Gök Tanrı”’sıydı. Gök kubbenin yarattığı yücelik duygusu insanın kozmolojiye ilgisini de arttırdı. Yaşantısının tümünü doğada geçiren insan gökyüzündeki tüm oluşumları ve değişimleri yakından izlemeye başladı. En parlak yıldız olan kutup yıldızı göğün direği olarak algılandı. Gök kubbe de o günün barınağı olan çadırla özdeşleştirildi. Samanyolu çadırın dikiş yerleri, yıldızlar da ışığın gelmesi için açılmış deliklerdi. Zaman zaman tanrılar çadırın bir yerini açıp yeryüzündeki insanlara bakmaktaydılar. Bu zamanlarda da yıldız kaymaları ve meteor yağmurları olmaktaydı.
Göğü inceleyen insan yıldızlarla mevsimleri ve doğa olaylarını bağdaştırdı. Büyükayı takımyıldızının kuyruğunun döndüğü yöne göre, mevsim de değişmekteydi. Büyükayı’nın kuyruğu, kuzeyde ise kış, batıda ise sonbahar, güneyde ise yaz ve doğuda ise ilkbahar geliyordu. Irmakların taşma dönemlerinde görünen yıldızlar “Taşma Yıldızları”, tarlalar sürülürken ve ekin ekilirken görülen yıldızlar “Öküz ve Boğa Yıldızları”, oğlaklar doğduğu zaman görünen yıldızlar “Oğlak Yıldızları” gibi isimler aldılar ve bunlara bu güçler verildi. Gökteki boğanın gücü bir süre sonra yerdeki boğaya da verildi ve yeryüzündeki canlı cansız varlıklar da kutsallaşmaya başladı. İyilik getirdiğine inanılan güçler ve kötülük getirdiklerine inanılan güçler de “İyilik Tanrıları” ve “Kötülük Tanrıları” olarak tanımlanmaya başlandılar. Genellikle İyilik ile Gökyüzü, Kötülük ile Yerin Altı özdeşleştirildiler.
Tarih öncesi olarak tanımlanan dönemde var olduğu söylenen Mu uygarlığının en önemli kolonileri Atlantis’te ve Orta Asya’da bulunmaktaydılar. Orta Asya’da Uygur kolonisi yaşamaktaydı. Bu kolonilerde tanınan en büyük güç, en büyük tanrı gökyüzünde bulunmaktaydı. Atlantis’in Mısır kolonisinde ise dünyaya hayat verdiği için güneş en büyük tanrı olarak görülmekteydi. “Ra” olarak adlandırılan bu tanrı daha sonra semavi dinlerde de “Rab” olarak adlandırılmış olan tüm evrenin tanrısı kavramına dönüşmüştür. Uygur kolonisinde ise gök kubbenin ve bunun altındaki tüm doğal güçlerin bir ruhu olduğuna inanılmaktaydı. Gök kubbenin mavi rengi de en kutsal renkler arasındaydı. Günümüzde de Uygur Kolonisini oluşturan Türk toplumlarının rengi olan “Turkuaz” rengi Gök Tanrı inancının rengidir.
Şamanizm İnancı
Yüzyıllar boyu doğa ile iç içe yaşayan Orta Asya insanı gökteki oluşumların ihtişamını izledi, onlara anlamlar atadı, yeryüzü ile gökyüzü arasında bağlar kurmaya çalıştı. Canlı cansız tüm varlıkların içindeki cevherler keşfedildi, bu güçlerle ilişkiler kuruldu, onlardan medet umuldu, bâzıları onlara yakın oldu. Doğa karşısındaki güçsüzlük sonucu doğaya teslimiyetle doğa dinleri oluştu. Günümüzden binlerce yıl önce yaşanılan bu tefekküre Şamanizm adı verilmiştir. Şamanizm, tarih öncesine âit olan, yeryüzünde hiçbir uygarlığın mevcut olmadığı dönemde oluştuğu varsayılan bir düşünce ve inanç sistemidir. Şamanlığın oluşum serüveninin takvimsel zaman bakımından Mezopotamya ve Sümerler'den 20.000 ilâ 25.000 yıl öncesine dayandığı varsayılır. Temel olarak sihir ve büyüye dayanır. Her hangi bir kurucusu veya kutsal kitabı olmadığı gibi ortaya çıkış tarihi de belli değildir. Köken olarak anaerkil dönemde ortaya çıktığı tahmin edilmektedir.
Orta Asya’da oluşan Şaman inancı göçlerle dünyanın çeşitli alanlarına yayılmıştır. Şamanlık Laplar’ın ülkesinden Bering Boğazı ile Eskimolar'a, oradan da Kuzey Amerika’ya, Güney Amerika sahillerine, Hindistan üzerinden de Güney Asya adalarına yayılmıştır. Böylece Orta Asya, Sibirya, Kuzey ve Güney Amerika kıtalarında, Endonezya, Polenezya ve Avustralya’yı kapsayan dünyanın farklı bölgelerinde küçük ya da büyük toplulukların inanç sistemi olarak yer bulmuştur.
Orta Asya’da Şaman kelimesinin kökeni araştırıldığında bu kelimenin Asya halkları arasında “büyücü, sihirbaz“ anlamında kullanıldığı görülmektedir. Örneğin Tunguz’ca da “Şaman”, Mancu dilinde “Sama” olarak ifade edilmektedir. Bazı araştırmacılar da kelimenin kökeninin Sanskritçe’ye dayandığını, Sanskritçe “Budist Rahip, Budist Derviş” anlamına gelen “Sramana” veya “Çramana” kelimelerinden türediğini düşünmektedirler. Şaman sözcüğü Therca’da “Samane”, Çince’de “Samen”, Farsça’da Budist rahip anlamına gelen “Semen” veya “Saman” kelimeleriyle ifade edilir. Türk kavimleri Şamanlarına “Kam” adını vermişlerdir. Moğollar, Buryatlar ve Kalmuk Türk Boyları erkek Şamanları'na “bö, böge”, Aykutlar “oyun”, Çuvaşlar “yum”, Kırgız ve Kazaklar “bakşı, baskı, bahsı” demektedirler. Türkler'in kullandığı “Kam” kelimesi “kâhin, tabip, filozof, âlim” anlamına gelmektedir. Türkler'in az sayıdaki yazılı belgelerinden biri olan “Divan-ü Lügat İt-Türk”de Otacıların hastaları şifalı otlarla tedavi ettikleri, kam’ların ise hastayı kendi usullerine göre daha çok ruhi yollardan, efsun ve sihirle tedavi etmeye çalıştıkları yazmaktadır.
Orta Asya topluluklarının önemli bir bölümünün tarih boyunca göçebe olarak yaşamaları nedeniyle geçmişe ait çok az sayıda yazılı bilgi bulunmaktadır. Şamanizm’e ve Türkler'e ait bilgilere bu nedenle bu dönemin yerleşik toplumu olan Çinliler'in kaynaklarından erişilebilmektedir. Görüldüğü gibi bu dünyanın en eski inanç ve düşünce sisteminin kökeni konusunda yazılı bir kitabı olmadığı için kesin bir bilgi yoktur. Ancak tarih öncesi dönemlerden bu yana çok geniş bir coğrafyada toplumlar tarafından benimsenmiş bir sistemdir.
Şamanizm inancını yayan, törenleri yöneten ve toplumlara yön veren din adamlarına verilen ad da “Şaman” olarak tanımlanmıştır. Şamanlar toplumun en duygu yüklü ve farklı bireylerinden seçilmektedir. Bu kişiler trans durumuna geçebilme yeteneğine sahiptirler. Bir kimsenin Şaman olup olamayacağı çocukluk çağında gösterdiği bazı ruhsal belirtilerden anlaşılmaktadır. Şaman ayin sırasında önce kendinde büyük bir yorgunluk hisseder, vücudu kasılıp titrer, göğsü daralır ve birtakım sesler çıkartarak ağlamaya başlar. Sonra birdenbire ayağa kalkarak hoplayıp zıplamaya ve dans etmeye başlar. Ağzından köpükler saçarak yere yıkılır. Bu durumu inananlar tarafından Şaman'ın bu dünyadan koparak öbür dünyaya, yani ruhlar âlemine geçtiği şeklinde algılanır. Nöbet geçtiğinde ayağa kalkar ve davulunu monoton bir ritimle çalmaya başlar. Tanımlanan bu belirtiler epilepsi hastalığı için belirtilen tanıları anımsatmaktadır. Kriz çan sesleri duyulması ile başlamakta ve bittiğinde de hastada zekâ kıvılcımları oluşmaktadır. Kriz bitiminde hayal gücü en üst düzeydedir ve kişi olağanüstü yaratıcı bir durumdadır. Kriz sırasında cin, peri, devler ve ruhlar gören Şaman ayıldığı zaman öteki dünyadan haberler verir.
Belirtilen özellikleri gösteren Şaman adayı uzun süre sınanır. Genç aday değişik ayinlere ilişkin gerekli bilgileri topluluğun ihtiyarlarından ve kudretli Şamanlar'dan alır. Günü geldiğinde de yaşlı Şaman genç Şaman'ı yüksek bir dağa çıkartır. Orada Şaman elbisesi giydirir ve davulunu verir. Adayın sağında dokuz erkek solunda da dokuz kız çocuk yer alır. Hoca da Şaman elbisesini giymiş olarak adayın arkasında durur. Genç Şaman hocasının okuduğu yemini tekrarlayarak yoksullara ve düşkünlere yardım edeceğine ve yüksek dağların zirvesindeki ruhlara saygı gösterip hizmet edeceğine söz verir. Şaman daha sonra bir “Ölme ve Dirilme” sembolizmasını yaşar. Aday baygınlığa benzer bir trans durumuna geçer. Transa geçince bir deniz hayvanı tarafından yenilip yutulur. İskeleti kalır, ancak bir süre sonra uykudan uyandığında eski hâline döner. Bu görüntüsü ile tören bir inisiyasyon törenini andırır. Dünyanın en eski inanç sisteminde görülen bu yeniden doğuş sembolizmasının daha sonra günümüze kadar uzanan birçok yansıması görülecektir.
Şamanizm kan bağına dayanan bir inanç sistemidir. Şamanlık bilgisi sadece öğrenmekle elde edilemez. Şaman olmak için belli başlı bir Şaman'ın neslinden olmak gerekir. Kimse Şaman olmayı istemez, ancak geçmiş atalarının ruhundan biri, Şaman olacak torununa musallat olur; onu Şaman olmaya zorlar. Bu hale Altaylılar "töz basıp yat" (ruh basıyor) derler. Ata ruhunun musallat olduğu kimse Şamanlığı kabul etmezse deli olur. Bu anlatım Şamanın ailesinde var olan genetik hastalığın nesilden nesile geçmesi nedeniyle Şamanlığın sadece eğitimle değil bir aile bağı ile geliştiği göstermektedir.
Kaynak http://www.historicalsense.com